Biz Antalya’yı neden seviyoruz? Hiç sordunuz mu kendinize? Acaba dağlar olmasa? Deniz olmasa, bitki örtüsü olmasa kıyılar, falezler hiçbiri olmasa ne kalır elimizde? Antalya’nın güzellikleri saymakla bitmez. Uçtan uca sahillerini gezseniz, dağlarına çıksanız tekrar tekrar âşık olursunuz bu kente. Ne kadar şehrin içinde olsanız da o yüksek dağlar selamlar sizi uzaktan. Sular akar denize.
Yapılaşmalar bu kadar artmışken elimizde kalanların değerini bilmeliyiz. Ne yazık ki kentimizin değerini arttıracak olanların griden yapılmış yapılar olduğunu sanıyoruz. Yapay tek düze parkların devri Dünya genelinde unutalı yıllar oluyor. Artık ‘’Natural Park City’’ gibi projeler yürütülerek şehirler içinde doğal yaşam ile şehir yaşamını birleştirmek istiyorlar. Peki bizler bunu neden yapmalıyız? Doğayı canlıları bir kenara bırakalım bunu kendimiz için neden yapmalıyız?
2050 ye kadar Dünya nüfusunun %70’i şehirlerde yaşayacak. Sadece 35 yılda 3,5 milyar olan Dünya nüfusu 7 milyara yükseldi. Kentlerde artan bu nüfus ile düzensiz beslenme artıyor ve egzersiz gibi alışkanlıklar giderek azalıyor. Hava kirliliğinin, stresin artması sağlık sorunlarını peşinden getirecek. Köyden şehire doğru göçün yoğun olduğu bizim gibi ülkelerde bunun yansımasını daha kolay bir şekilde görülüyor. Fakat bu noktada anlamadığım bir konu var. Köyden yani kırsaldan gelmiş olan bizler (Doğa ile birlikte büyümüş kuşu böceği bilen) nasıl oluyor da şehirde üç gün geçirince doğaya saygısı olamayan magandalara dönüşüyoruz. Saygı duymayıp bide hayvanlardan, çiçeklerden, böceklerden korkan tiksinen bireyler olup çıkıyoruz.
Şehirleri hayal edin. Binalar, gökdelenler, fabrikalar, yollar arabalar. Neden bunların aralarında akıp giden nehirler, yükselen ağaçlar, göç eden kuşlar olmasın ki? Gri yerine yeşil ve maviye dönüştürsek şehirlerimizi zor mu?
Zor değil, yapılması ise hiç güç değil. Bizler doğayı tamamen griye kaptırmamış coğrafyada yaşıyoruz. Ellerimizdekinin değerini bilirsek onu çok güzel hale getirebiliriz. Bir tanesinden bahsedeceğim size. Gözümüzün önünde yaşamının son anlarını yaşayan Boğaçay. Sahil kısmı şu an farklı bir park haline getirildi. Belki sevmiş olanlar vardır. Ama orada yaşayan canlıları düşününce, hele ki üreme döneminde iken yapılan inşaat aklıma geldikçe bu durum can sıkıcı hal alıyor. Üst köprüden sonra konulan baraj ile su seviyesi artmış ve sazlıkların oluşması meydana gelmiş durumda. Bu belki istenerek yapılmadı ama oluşan habitat oldukça ilgimi çekti.
4-5 yıl önce olduğu gibi güneş doğmadan Boğaçay’a gidip 2 saatlik gözlem gerçekleştirdik. Bu süre içinde Bıyıklı kamışçın, çıkrıkçın ördekleri, balıkçıllar, yalıçapkınları, arıkuşları tekrar bu bölgeye gelmişler ve beslenmeye devam ediyorlardı. Yani başlarındaki trafik, inşaata aldırış etmiyordu ördekler. Bu durumu görünce Boğaçay hala yaşamaya çalıştığını anladım. Bu alanın tekrar değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. İlk olarak halk sağlığı açısından değerlendirilerek doğal yaşam parkı tarzında bir alan oluşturulması bölgenin turistik değerini arttırdığı gibi kent yaşamındaki insanları çok kolay şekilde doğa ile bağlantısı kurulmuş olur.
Dünya değişiyor, Endüstriyel 4.0 a geçişte park, doğa vb. kavramların tekrar tanımlarını yapmamız gerekebilir. Bu süreçte gerekli önlemler alınmalı. Özellikle küçük yaştaki bireylerin eğitimi çok önem arz ediyor.